GEZİ GÜNLÜKLERİ
Gezi Parkı gelişmelerini ilk günden itibaren neredeyse saat saat izledim. Günlerce, haftalarca, bazen eve bile gitmeden olayları gözlemledim. Hergün düzenli günlük tuttum. Ayrıca tüm demeçler, açıklamalar, talimatlar ve emirleri de arşivledim. Tümü gün ve saat sırasına göre yer alıyor bu yazı dizisinde. Bu yazı serisinde okuyacaklarınız günlüklerin ham halidir. Bu günlüklerin düzenlenmesinden ortaya çıkan Bu Daha Başlangıç kitabı da Kırmızı Kedi Yayınevi'nden yayınlandı.
Ortalık gaz, duman...
Minicik çocuk elleriyle kulaklarını kapatmış ağlıyordu. Kafamı aşağıya eğdiğimde bir kameraman İstiklal caddesinin girişini görüntülüyordu. Atılan bir gaz bombası kapsülü 2 - 3 santim arkasına yere düştü. Avaz avaz bağırıyordum kenara çekilmesi için ama sesim patlama sesleri arasında yok oldu. Biraz daha geride dursa kafasından vurulmuştu. Kirli griydi her yer.
Bir grup Sıraselviler yönüne kaçmaya kalktı. Çok sayıda da eylemci olmayan vatandaş vardı alanda. Tam bir panik havası hakimdi. Yere düşen, koşarak uzaklaşmaya çalışan, gazın içinde yarı beline kadar kaybolmuş turistler, gençler... Dönercide, tatlıcıda, 5 yıldızlı otelin önünde kaldırımlara konulmuş masalardaki eşyalarını almaya çalışanlar gaza yakalanmıştı. Eski Maksim Gazinosu önündeki polisler hamburgerciler yönünde park etmiş araçların ve taksilerin arasına gaz bombası atmaya başladı. Terastaki gençler bu kez, "Gel, gel, gel" diye bağırmaya başladı. Polisin kendi değil ama gazı geldi. Gençler bu kez hep bir ağızdan, "Taksim faşizme mezar olacak" diye bağırmaya başladı. Teras iyice gaza bulanınca birer ikişer kapalı kısma çekildiler.
Kaçabileceğim en uzak nokta terasın İstiklal caddesi yönündeki kıvrımıydı. Ancak polisler İstiklal Caddesi tarafına da gaz bombası atmaya başladı. Ardından bulunduğum yer bombalandı. Nefese alamıyordum yine. Bir kaç kare çektikten sonra koşarak kapalı kısma girdim. Gözlerinden yaş fışkıranlar, yerlere çökmüş kusar gibi sesler çıkartanlar, ağlayanlar... İnsanlar merdivenlerden koşarak akın akın yukarı geliyordu. Kapının tam önüne atılan gaz bombası dükkanı gaza boğmuştu. Arap turistler vardı çocuklarıyla. Simsiyah suratlarının ortasında kırmızı gözleri açılmış korkuyla ağlayıp sağa sola kaçışıyorlardı.
Fotoğraf: Yalçın Çakır - Taksim, Gezi Parkı 31 Mayıs 2013
Arkama döndüm, Tayfun Talipoğlu gözlerini siliyordu. Durumu kötüydü. Fena gaz yutmuştu anlaşılan. Beni görünce önce selamlaştık. "İyi misin" dedim. "Değilim" dedi. Konuşmakta güçlük çekiyordu. Cep telefonunu gösterdi sonra da bağırmaya başladı.
"Buraya bile gaz sıktılar. Olmaz böyle şey. Bunun adı faşizm. Bunun adı terör... Kafeteryanın içine gaz bombası attılar. Çocuklar var. Kadınlar var. Ayıp, ayıp..."
Sonra cep telefonundan attığı twiti okuttu. Tepki dolu, küfürlü bir mesajdı bu. Sesli olarak da okudu. Belli ki fena etkilenmişti gazdan. Kapalı alanda da aslında nefes alınamıyordu ama dışarıya göre biraz daha iyiydi. Giriş kattan yukarıya hala koşarak insanlar geliyordu. Her gelenin hali fena gözüküyordu. Gazı yiyen genç, yaşlı, çocuk, kadın, erkek kapalı terasa sığınmıştı. Tayfun dahil orada bulunanların fotoğraflarını çektikten sonra koşarak aşağıya indim.
Kapı kapatılmıştı. Açtırdım ve İstiklal Caddesi'ne doğru ilerledim. Fransız Konsolosluğu giriş merdivenleri önünde bir TOMA bekliyordu. Hemen arkasında ve sol yanında da 50-60 kişilik bir polis grubu. Sivillerde vardı. Ellerinde coplarla biraz daha geride gaz maskelerini takıyorlardı. Bellerindeki kemerlere elle atılan gaz bombalarından takmışlardı. Siyah ve kemik rengi olmak üzere 2 tip bomba asılıydı kemerlerinde.
Fotoğraf: Yalçın Çakır - Taksim, Gezi Parkı 31 Mayıs 2013
Önder vurulmuş
Sırrı Süreyya Önder'in gaz kapsülüyle vurulduğu haberi geldi. Ancak kargaşada gelen hiç bir habere itimat etmiyorduk. İyi niyetli, kötü niyetli kim ve ne ararsanız vardı böyle ortamlarda. Abartı da hat safhadaydı zaten.
İleriye baktığımda İstiklal Caddesi'nde mahşeri bir kalabalık gördüm. Neredeyse Tünel'e kadar binlerce kişi vardı. Ne zaman gelmişlerdi? Ne zaman toplanmışlardı? Biz terasta beklerken dolmuştu demek ki cadde. Ancak bu kez manzara faklıydı. Taksim meydanında hiçbir bayrak, flama, döviz, afiş ve pankart yokken bu grubun ön saflarında örgütlü eylemciler, flamalar dikkat çekiyordu.
Belli ki biz yukarıdayken buraya da gazlı, sulu müdahale olmuştu. Gaz yeni yeni dağılıyordu. Koşarak üstümüze doğru gelen insanlar, gazdan etkilendiği için iki büklüm olmuş öksüren bir meslektaşımız, fenalaştığı için kenara çöküp kalmış bir genç...
Fransız Konsolosluğu'nun merdivenlerine sığındım. Daha doğrusu koşarak kendimi oraya attım. Tam Ak Sanat'ın önüne kadar gelmişti eylemciler. Soda şişesi, taş, misket yağıyordu karşıdan. Tam o anda 5-10 kişi ellerinde dev bir Türk bayrağıyla TOMA'ya doğru yaklaşmaya başladı. Sonra içlerinden birkaçı TOMA'nın önündeki tel kafesli kısma tırmandı. O anda su sıkmaya başladı TOMA. Ardından da gaz bombaları atılmaya başlandı.
İstiklal caddesi girişinde tıkanıp kalmıştık. Eylemciler bir adım geri gitmiyor sayıları da hızla artıyordu. Panzer (TOMA) mehter takımı gibi 2 ileri bir geri ilerliyor, su sıkıp geri geliyordu. Panzerin her ileri atağında çevik kuvvet panzeri ve kalkanlarını siper alıp ilerliyor, insanların üzerine gaz atılıyor ve geri dönülüyordu. Karşı taraftan da şişe, taş ve misket yağıyordu böyle anlarda.
İleri gitsem iki tarafın arasında kalacaktım. Geri dönüp Fransız Konsolosluğu'nun yan sokağından girdim ve aşağı caddeye indim. Yukarıda ve meydanda göz gözü görmüyordu. Ama cadde sakindi. Hatta yol kenarındaki işkembecide yemek yiyenler vardı. Gayet normal hiç bir şey yokmuş gibi dolaşıyorlardı sokaklarda. Eylemci grubun içine ya da tam arkasına çıkmak istiyordum. Polisin tarafından görüntü almıştım şimdi sıra karşı açıdan fotoğraf çekmeye gelmişti. Ama hangi sokağa daldıysam caddeye kalabalıktan giremedim. Yani öylesine bir eylemci gelmişti caddeye.
Fotoğraf: Yalçın Çakır - Taksim, Gezi Parkı 31 Mayıs 2013
Acemi maskeci!..
Balık pazarının içinden geçip Galatasaray'a çıkacaktım. Oradan da Taksim'e doğru eylemcileri yara yara müdahalenin olduğu noktaya ilerleyecektim. Balık pazarına yaklaştığımda gazdan gözlerim yandı. Nefes alamıyordum yine. Bu böyle olmayacaktı. Hızla televizyon binasına döndüm. Yürüme mesafesi 5 dakika uzaklıktaydı Flash TV. Aralardan tekrar caddeye çıktım. Manzara inanılmazdı. Yüzlerce insan toplanmış hazırlık yapıyordu. Kimi maske takıyor, kimi yüzünü eşarpla, bandanayla, atkıyla sarıyor, kimileri de pankart ve bayrakları hazırlıyordu. Sola baktığımda Perapalas Oteli'nin önü, yanı, ara sokaklar insan doluydu.
Gazdan televizyon binasındakiler de etkilenmişti. Demek ki sadece Taksim'de değil buraya yakın noktalarda da müdahalesi olmuştu polisin. Hızla odama çıkıp gaz maskesini aldım ve Asmalı Mescit'den koşarak İstiklal Caddesi'ne geçtim. Ama caddeye girmem mümkün olmadı. İleride çok kalabalık bir grubun üzerine gaz bombası yağıyordu. Sen Antuan Kilisesi'nin girişi gazdan gözükmüyordu. Yerler kırık taş parçalarıyla doluydu. Birden 100 - 150 kişi koşarak üstüme doğru gelmeye başladı. Polisler kovalıyordu. Bir binanın merdiven boşluğunu siper alıp gaz maskemi taktım. Tam önümüze düşen kapsülden döne döne gaz fışkırıyordu. Maskeyi taktım ama nefes alamıyordum. Gözüm kararmıştı. Soluklanmaya çalıştıkça maske içeri doğru çöküyor ve yanaklarıma yapışıyordu. Nasıl bir maskeyse ne oksijeni salıyordu içeriye ne de gazı. Gücüm gitmişti. Kafamdan çıkartıp atamıyordum. Çıkartmak için uğraşırken içine olduğu gibi gaz dolmuştu.
Üstte ve 2 yandaki çekilerek kemerleri çektikçe maske daha da sıkışmıştı. Maskenin iç kenarları vantuz gibiydi. Adeta yapışmıştı tüm yüzüme. Profesyonel kullanım için hazırlanan bu maske tam korumalıydı ama o koruma benim sonum olacaktı sanki.
Yere eğildim. Ellerimin üzerine çöktüm. Ölüyordum. Sol omzumun üstüne düştüm bu kez. Başım dönüyordu. Yerde yatıyor ayağa kalkacak gücü bulamıyordum. Nefes almaya çalıştıkça gücüm daha çok tükeniyordu. Tam o anda birisi yere eğildi. Maskenin camı buğulanmıştı. Seçemiyordum kim olduğunu. Hayal görür gibiydim. Gözlerimin içinde insanın tansiyonu düştüğü zaman olduğu gibi beyaz lekeler dolaşıyordu.
Üzerime doğru eğilen kişi maskeyi çene tarafından tuttuğu gibi çekti, çıkarttı. Acayip canım yanmıştı bağırdım. Sonrada koltuk altlarımdan kaldırıp yere oturmamı sağladı. Elini omzuma koymuştu. Sesler geliyor ama anlayamıyordum ne olduğunu. Sert bir tokat yediğimi anımsıyorum. Ve yüzüme su döküldüğünü. Boğuluyormuş gibi öksürüyordum bir yandan. Kendime gelir gibi olmuştum. Gözlerimin içindeki gri perde açılmaya görüntü netleşmeye başlamıştı.
Kafamı kaldırdığımda genç bir çevik kuvvet polisi çömelmiş şekilde duruyordu karşımda. Arkasında elindeki eldiveninin içinde pet şişeyle su tutan yüzü burnunun üstüne kadar kırmızı bandanayla kapatılmış bir eylemci. Ve bir çevik kuvvet polisi daha yanında, elindeki copunu postalına dayamış bana bakıyordu. Şaşırmıştım. Polis, eylemci, polis. Hepsi bir arada bana yardım ediyordu. Eylemci çocuk suyu kafamdan aşağıya döktü ve koşarak uzaklaştı. Ayağında kot pantolon, üzerinde bisiklet yaka beyaz kısa kollu penye. Penyenin üzerinde de yarısı Che Guevera'nın yüzü yarısı BJK ambleminden oluşan siyah beyaz bir desen basılıydı.
Esmer, kara gözlü, zayıf, uzun boylu bir oğlandı maskemi çekip çıkartan polis. Yanağıma hafifçe dokundu ve güldü. Maskenin önündeki vidalı tüpün üzerindeki tıpayı çekip çıkarttı, avucuma koydu. Aceleden onu çıkartmamıştım. Bu nedenle neredeyse ölecektim ve beni iki çevik kuvvet polisiyle bir eylemci beraberce kurtarmıştı.
Konuşamıyordum. Sanki bademciklerim şişmiş de nefes borumu tıkamıştı. Boğulmak böyle bir şeydi herhalde. O polis koşarak giderken arkasından öylece bakakaldım. Diğer poliste onunla birlikte gaz bombası ata ata bir hayli ilerlemiş grubun arasına karıştı. Kask yoktu ikisinde de sadece gaz maskeleri vardı. Ağlamaya başladım sinirden. Kendimi tutamıyordum.
5 ya da 6 dakika öylece bekledim. Önümden filim şeridi gibi geçiyordu olaylar. Tünelden Taksim'e eylemciler koşarak geçiyor, sloganlar ve taş atıyorlardı. Bir kaç dakika sonra bu kez Taksim yönünden Tünele koşarak polisler geliyor, gaz bombaları atıyorlardı. Eylemciler de sokaklara dağılıp polis çekilince tekrar caddeye çıkıyordu. Toparlanmıştım biraz. Fotoğraf makinemi kontrol ettim. Islanmıştı her yanı. Gripten aküleri çıkartıp penyemle bir güzel sildim. Aküleri takıp kontrol ettim. Çalışıyordu. Maskeyi taktım, soluk alıp verdim, tamamdı.
Fotoğraf: Yalçın Çakır - Taksim, Gezi Parkı 31 Mayıs 2013
O ambulans gelemedi...
Gaz kapsülü ve atılan taşlara dikkat ederek fotoğraf çeke çeke, bina girişlerine sine sine Galatasaray meydanına yaklaştım. O sırada yanımdan kanlar içinde bir eylemciyi kucaklamış koşarak geçen 4 kişi vardı. Ardı ardına deklanşöre basıyordum. Tünel yönüne koşuyorlardı, "doktorrr, doktooorrr" diye bağırarak. Yaralı eylemcinin kafasından damlayan kanlar yeri ıslatıyordu. Ortalık sanki akşamdı. Gaz bulutları öylesine kapatmıştı gökyüzünü. Bunaltıcı bir nem gazla karışmış iyice soluk alınmaz yapmıştı ortamı.
Hazzopulo pasajının girişine geldiğimde delikli desenli demir kepengin indirildiğini gördüm. içeriye bir göz attım. Doktor önlüğü giymiş bir bayan çırpınıyordu diğer tarafta. Bana doğru koştu. Arkasından da yine doktor önlüklü bir erkek koşarak geldi. Ellerindeki eldivenler kan içindeydi.
"Ambulansı bırakmıyor polis. Burada bir genç ölüyor. Bıraksınlar ambulansı. Ambulansı bıırakın."
Polislere sesleniyordu ama bu patlama ve slogan sesleri arasında duymaları olanaksızdı. Koşarak polislerin yanına gittim. Yapı Kredi Bankası ile Galatasaray Lisesi girişinde, Taksim'den gelen yönde çevik kuvvet ve sivil polisler bekliyordu. Hemen dibimizde Ayvalık tostçusunun önünden İngiliz Konsolosluğu'na giden yolda da polis eylemcilerle çatışıyordu. Yapı Kredi Bankası'ndan Tünel yönüne doğru da polis eylemcilerle çatışarak ilerliyordu. Her yer gaz ve müdahaleydi. Elinde telsiz olan sivil giyimli polisin yanına gittim.
"Pasajda, içeride ağır yaralı var, ambulansı Taksim yönünden bırakmıyorlarmış. Anons eder misiniz?"
"Kardeş sen nasıl gazetecisin? Ambulans engellenir mi? İhbar olsa bırakırlar."
"Siz yine de bir anons etseniz. Çocuk ölüyormuş. Durumu ağırmış."
"Tamam ararız. Hadi sende çekil kenara."
Azarlar gibi konuşmuş ve dönüp arkasını Galatasaray Postanesi'ne doğru gitmişti. İzliyordum. Cep telefonuyla konuşmaya başladı. Rahatlamıştım. Haber vermişti ambulansa... ya da ben öyle sanıyordum... Göreceğiz...
Tekrar pasajın girişine gittim. Uzun boylu, esmer, pos bıyıklı bir adam geldi kepengi bir an için açmışlardı koşarak içeri girdim. Durum fenaydı, hem de çok fena. Pasajın üst girişindeki kapı açıktı. İngiliz Konsolosluğu önünde polislerle çarpışan eylemcilerden birisi kanlar içinde yerde yatıyordu. Doktorlar müdahale ediyordu. Çocuğun her yeri kan içindeydi. Bayan doktor baş parmaklarıyla çenesine bastırıyor ve ağzını açmaya çalışıyordu. Birisi elinde serum torbasını tutuyordu. Taş çatlasın 19 -20 yaşlarında bir gençti yerde hareketsiz yatan. Fotoğraf çekmemi istemediler.
"Çekeceğim. Bunlar belge. Engel olmayın."
Biraz açıldılar. 2 kez bastım deklanşöre. Arkama döndüğümde Flash Haber kameramanı Şehsuvar Yağız'la karşılaştık. Ter içinde kalmıştı. "İyi misin" diye sordum. "İyiyim. Ne kadar iyi olunacaksa" dedi ve hızla çatışmanın olduğu sokağa daldı kamerasıyla birlikte. Yerde yatan genç hiç hareket etmiyordu. Dakikalar geçmişti ne ambulans geldi ne de yardım. O genç bayan doktor fırladı yerinden tekrar. Pasajın Galatasaray yönündeki girişine koştu. Adını bir türlü anımsayamadığım bir ilacın ya da maddenin ismini tekrarlıyordu ısrarla bağırarak.
"Çocuk ölüyor. Bıraksınlar ambulansı gelsin."
Fotoğraf: Yalçın Çakır - Taksim, Gezi Parkı 31 Mayıs 2013
Yere düşen çocuk...
O ambulans gelmedi ya da gelemedi. Bu sırada pasajın üst çıkışından gaz yağıyordu sokağa. Koşarak dışarı çıktım. Balık pazarı, Çiçek Pasajı yönünde polisler kalkanlarını kendilerine siper etmişler, sığındıkları duvarın dibinde atılan taş ve misketlerden korunmaya çalışarak gaz bombası sıkıyorlardı yukarı doğru. Tam o an 5 -6 kişilik en fazla lise son sınıfında okuyacak yaşta genç arkalardan koşarak geldi. O kargaşadan çıkmak için Çiçek Pasajına doğru hamle yaptılar. Donup kalmıştık. Tam anlamıyla biber gazı bombası, plastik meri, taş ve misketlerin ortasından koşuyorlardı. Ne kaskları vardı ne de maskeleri. Hepsi kaçmış bir kız çocuğu ayapı kayıp yere düşmüştü.
Çevik kuvvet polisi ona doğru koşarken, diğerleri de taş gelmesin diye koruma ateşi açmışlardı bulunduğumuz yöne. Ortalık yine beyaza bürünmüştü. Bir kere basabildim deklanşöre gaz ve taş yağmuru altında. Karede kız çocuğu yerde polisin eli çocuğun saçlarında.
Benim çektiğim kareyi bir de Hürriyet muhabiri çekmişti. Bir gün sonra yayınladılar. Benim fotoğrafım da Kırmızı Kedi Yayınevi'nden çıkan Ataol Behramoğlu'nun kitabı Sivil Darbe'ye kapak fotoğrafı oldu.
Kitap: Ataol Behramoğlu - Sivil Darbe - Kırmızı Kedi Yayınevi
Kız çocuğu yerde, polisin eli kafasında. İlk bakışta saçlarından sürüklüyor gibi gözüküyordu. Ancak olayın tanığı benim. Ve habercinin en önemli özelliği gerçeği değiştirmeden, deforme etmeden, çarpıtmadan aktarmasıdır. O polis, saçından tutarak yerden kaldırdığı kız çocuğunu bu kez kolundan tutarak hızla çekti ve taş yağmuru altından koşarak kalkanlı polislerin arkasına getirdi. Tir tir titriyordu çocuk. İyi giyimliydi. Dikkatimi çeken, yeşil renkli şık gözlük çerçevesi olmuştu. Tam diplerindeydim. Konuşmalarını duyacak kadar yakındaydım. Soluğumu tutmuş olacakları izliyordum. Göz göze gelmişlerdi çocukla. Arka arkaya deklanşöre bastım. Dövecek miydi? Vuracak mıydı? Öyle olursa, sonucu nereye varırsa varsın araya girecektim. Kesin kararımı vermiştim o anda. Elindeki çantayı yere attı polis. Uzanıp aldım omzuma astım.
"Ne işin var kızım senin orada? Neden kaçıyordunuz?"
"Dershaneden çıkmıştık. Arada kaldık."
"Nereye gidiyordunuz öyle?"
"Babamın yanına gidiyordum. Yemin ederim, babamın yanına gidiyordum."
Dudakları titriyordu çocuğun. Şoka girmiş gibi aynı cümleyi tekrarlıyordu.
"Babamın yanına gidiyordum. Yemin ederim, babamın yanına gidiyordum."
"Babanın işyeri nerede?"
"Yakında. Vallahi doğruyu söylüyorum. Size göstereyim isterseniz."
"Ne işin var orada. Görmediniz mi sokağa girerken çatışma olduğunu. Başına bir şey gelse bizden bilecekler."
"Babamın yanına gidiyorum... Ne olur bırakın gideyim. Arayayım babamı isterseniz. Gelsin buraya."
Bir an çevik kuvvet polisiyle göz göze geldik. Tüylerim diken dikendi. Makinemi tersine asmıştım sağ omzuma. Bir mücadele olursa objektife zarar gelmesin diye. Bir kaç saniyelik sessizlik oldu. Daha doğrusu o polisin ne yapacağını düşünme süresi. Bir kaç saat gibi gelmişti bana o bir kaç saniye. Bir adım geri çekildi. Elini kaldırdı. Ben de o an bir adım daha yaklaştım ikisine. Artık dip dibe duruyorduk. Maskeyi çektim aldım kafamın üstünden. Bir şey olursa kafa atarak dalacaktım. Polis çocuğa döndü...
"Hadi git. Bir daha dönme buraya. Duydun mu? Sana söylüyorum. Git ve evinde derslerine çalış."
Fotoğraf: Yalçın Çakır - Taksim, Gezi Parkı 31 Mayıs 2013
Paylaşabilirsiniz;
Tweet