Ceren Musaağaoğlu
AFRİKA

Stone Town - Zanzibar - "Bir labirent-kent burası.."

Aralık. 01, 2015  |  Afrika Gezi Güncesi  |  Ceren Musaağaoğlu

Afrika Gezi Güncesi

Tanzanya'nın cennet adası Zanzibar'ın başkenti; StoneTown'dayım! Buraya, Dar es Salaam'dan 2 saatlik bir feribotla ulaştık ve adaya ayak basar basmaz aşı kartlarımız kontrol edilerek, pasaportlarımıza yeni damgalar basıldı. Zanzibar resmi ve politik açıdan Tanzanya'ya bağlı olsa da, psikolojik açıdan kendisini hala "union"dan ayrı bir ülke olarak görüyor; dolayısıyla kendi gümrük sistemi var. Bu arada; gümrükteki damgacıbaşının yüzüme, Afrika'lıların tümünde bulunan yeşil pasaportuma ve Swahili dilindeki kelimelerin yarısından fazlasında olduğu gibi, "MUS" harfleriyle başlayan soyadıma bakıp "hangi kabiledensin?" diye sorması üzerine, içgüdüsel olarak "karakoyunlulardanım" diyesim geldiyse de, memurun "akkoyunlulardan" olma ihtimali nedeniyle vazgeçtim. Gümrük memurunun aklını karıştırmak; tarihi tekerrür ettirebileceği gibi, tehlikeli de olabilir..

Özetle; Ortadoğu'dan alışkın olduğum daracık sokaklar, taş evler, evlerin önünde "buibui" (dedikodu) yapan rengarenk çarşaflı kadınlar, binlerce çocuk, her tür ıvır zıvırı bulabileceğiniz kapalı ve açık Arap çarşıları, balık, tropik meyveler ve envai çeşit baharat kokusuyla kuşatılmış sevimli ve sıcakkanlı bir ada burası. Biraz Umman'ı, biraz Fas'ı, biraz da Kudüs'ü hatırlatıyor bana ve kendimi evde hissettiriyor.

Günlükler

StoneTown'a adını veren taş evlerden birinde kalıyoruz, odamız muhteşem bir iç-avluya açılıyor. Avluda taşın gri-beyazına inat, cart pembe begonviller, sapsarı sinamekiler, mosmor flamboyant çiçekleri var. Dışarıdan satıcıların ve sokakta oynayan çocukların sesleri geliyor. Dün gece, uzun zaman sonra ilk defa gerçek anlamda lüks bir otelde, temiz bir yatakta deliksiz bir uyku çektim, ardından bir kabileyi doyurmaya yetecek büyüklükteki kahvaltıyı mideme indirdim, şimdi de Arap tarzı bir divanın şenlendirdiği balkonda oturarak, Hint Okyanusu'nun turkuaz sularında oynaşan pirogue'ları (Vasconcelos'un "Kayığım Rosinha" hikayesindeki gibi, ağaç gövdelerinden oyulma, küçük kayıklar) ve onların bir büyük ağabeyi olan yelkenli Dhow'ları izliyorum. Öğle güneşi ve rutubetin tavan yaptığı şu dakikada yapılabilecek en doğru şey bu. Katherine Hepburn ve Humphrey Bogart'ın "Afrika Kraliçesi" filminde, Katherine'in sıcak çarpması sırasında dediği gibi; insan kova kova soğuk su dökünmek istiyor ama kovayı kaldırmak bile yeniden terletiyor!

Ancak saat 16.30'da odadan ayrılacak ve labirent-kentte Queen'in efsanevi sesi Freddy Mercury'nin doğduğu evi arayacak enerjiyi buluyoruz. Sokağı ve Mercury restoranını bulmak kolay ama ailenin hangi evde yaşadığı tam olarak bilinmiyor. Kulağımda "Who wants to live forever?" çalarken, "Tanrı'nın yukarda baya iyi bir korosu olmalı, nerdeyse tüm güzel sesler artık ölü" diye düşünüyorum.

Sıradaki durak tabii ki kahvesi ve baharatlı/sütlü Massala çayı ile ünlü kahvehanelerden biri. Pürüzsüz bir kakao ciltte ışıldayan bembeyaz dişlerini göstererek kikir kikir kikirdeyen, cart mor ve cart turkuaz çarşaflı iki ergen kız, bize iki bardak çay ve yanında da birer "Kashata" getiriyor. Bu kashata denen ince kurabiye; kırk çeşit baharatın, susamın, fındık, fıstık ve şekerin birleşiminden oluşan cennetten düşme bir şey.. Hele Masala çayına bandıra bandıra yemek.. O enerjiyle daracık sokaklara giriyoruz ve binlerce incik cincik dükkanın arasında 3 saatlik bir gönüllü kaybolma deneyiminden sonra, mucizevi bir şekilde kendimizi Beit El Ajaib (Acaip Ev)'in önünde buluyoruz. Ulusal müze, eski saray ve ortamın hakikaten en acaip görünüşlü binası bu. Hemen önünde yemyeşil bir park ve onun da önü okyanus.. Parkın içine bir gece pazarı kurulmuş, aynen Morocco'daki gibi ızgara standları ve taze meyve suları ile turistik eşyalar içiçe. Şekerkamışı suyu sıkan adamı, şişe geçirilmiş envai çeşit balık ve deniz hamsülünü, çeşit çeşit ekmekleri izlemek inanılmaz keyifli ama mideyi daha yeni düzeltmişken risk almak mantıklı değil. Dolayısıyla okyanusa bakan bir teras restoranında günü sonlandırmayı tercih ediyoruz. Ben yine de dayanamayıp menüdeki en Swahili tarzı yemeği ısmarlıyorum: Muzlu king fish (balık) ızgara! Flo ise klasikten vazgeçmiyor: Hindistancevizli balık köri. O baharatlar, o lezzet patlamaları.. Muhteşem bir ziyafet! O açlık ve hastalık günlerinden sonra, 43 kiloya düşmüş olmanın verdiği dehşet ve kayıtsızlıkla ye babam ye.. Getirin çocuğum bi ballı muz tatlısı daha! Hayat ne güzel ayol!

Korkarım bu hızla gidersek, eve yuvarlana yuvarlana döneceğim.

Afrika Gezi Güncesi yazılarının tamamını okumak isterseniz için lütfen tıklayın.