Reality denen şey
Çalışma odasının duvarına asılı panoya iğnelediği, fotoğraflı habere takılı kalmıştı gözleri;
“15 yaşındaki; ÜNZİLE…”
Gazetenin sayfa sekreteri gönderme yapmıştı, “Ünzile” diyerek. 15 yaşındaki kız çocuğu ailesince düğün dernekle satılmış, tecavüz edilmiş, hamile kalmıştı. Henüz yaşamın girdaplarında nasır tutmamış ruhu dayanamamış, kaçıp gitmişti incecik, çırpıcık o bedenden… Çektiği tüm acılarla, açlıkların dindirildiği vücudu üzerindeki haz salyaları kurumadan kaskatı ve mosmor kesilmişti. Koca koca gökdelenler ve önündeki gecekondulardan oluşan fonda, üzeri gazete kağıtlarıyla örtülmüştü Ünzile’nin. Gazete sayfalarının bir utancı gizlemek için kullanılmasına hep kızardı. İğreniyordu bundan.
Dile kolay, çocuk yaşta girdiği gazetecilik mesleğinde 35 yılı geride bırakmıştı. Bunun en az 10 senesi de reality programlarla geçmişti. İhale kalmıştı reality ona. Üstüne de zamk gibi yapıştı. Yılların ödüllü habercisi olmuştu, “Realitici Yalçın Abi…”
İşte o benim sevgili canlar… Yalçın Çakır… Nam-ı diğer Yalçın Abi… Sevgili meslekdaşım Kutlu Esendemir arayıp da, “Le Manyak’da yazar mısın” dediğinde kendimi ve onlarca yıl yaşadığım Türkiye gerçeklerini yani Realty denen şeyi anlatmaya karar verdim.
Bu yazıda ve eğer devamı istenirse kaleme alacağım diğer yazılardaki bazı bölümler 3 ay boyunca gece gündüz bankında, parke taşında, kaldırımlarında, çimenlerinde yatıp kalktığım, gaz yediğim, hırpalandığım, kapsülle vurulduğum “Gezi Parkı Direnişi” içinden kaleme aldığım ve fotoğrafladığım Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan “Bu Daha Başlangıç” kitabında da yer almaktadır…
Şimdi gelelim realty denen şeye…
Reality sayesinde ünlendim, fenomen oldum, sokakta yürüyemez hale geldim. İçerik ne kadar canlı, kanlı, cinayetli, alengirli, aşklı, seksli ise reyting o kadar yüksek, içerik ne kadar kaliteli ve düzgünse reyting de o kadar düşük geliyordu. Bu program konukları için de böyleydi. Bağıranlar hatta anıranlar varsa reyting yüksek, sakin konuşanlarda reyting düşüktü. Yalanın gerçek, gerçeğinse umursanmaz olduğu bir toplu hipnoz yaşanıyordu. Adına da, “Reying canavarı” dendi. Ve o canavar kaliteyle birlikte seviyeyi de aldı götürdü. “Yalçın Abi fenomeni” işte bu izlenme alışkanlıkları arasında doğdu, büyüdü, patladı. Oyunu kuralına göre oynadıkça ünlendi, ünlendikçe oyunun içine kaldı. Kaldıkça battı, battıkça daha da yükseldi. Tam bir tahterevalliydi oynadıkları oyun aslında.
Akıllısı, delisi, manyağı, psikopatı, şizofreni, aşığı, sapığı, düşmanı, dostu, onurlusu, onursuzu… Konularda da, konuklarda da ne ararsanız vardı yani. “Akıl hastanesinin bahçesinde burası kadar çeşit olmaz” derdim yapımcılarıma. Sonunda delirecek hale gelip de bir gazeteye verdiğim röportajda, “Ya akıl hastanesine yatacağım ya da bu işi bırakacağım” dediğim gün aslında kafamda reality denen şeyi bitirdiğim gündü.
İşte onlardan bir kaç örnek…
En ünlülerden biri “Böğüren Muhsin”di. Bu adı halk takmıştı ona. Kıllı mı kıllı, maço görünüşlü bir erkeğin; kendisini terk eden eşine, “Tülaaayyy geri dönnn” diye haykırması ve ağlaması komik gelmişti insanlara.
“Tülay. Ne olur geri dön sevdiğim. Söz veriyorum seni bir daha üzmeyeceğim. Tülay ne oluurrr. Geri dön Tülayyyy...”
Programdan sonra da dakikalarca ağladı kendi başına, karısı programa katılmadı diye. Ne yaptıysak, ne dediysek sakinleştiremedik. Ağlaya ağlaya Kasımpaşa’ya doğru yürüyerek gitti. Bir yandan da bağırıyordu, yokuş aşağı inerken;
“Son pişmanlıııkkk neye yarar. Her şeyinnn bedeli varrr. Buraya kadaaarrr… Tülayyyy…”
Adamın biri geldi. Kucağında bir kavanoz içinde de balık. Ama balık bildiğiniz istavrit ya da hamsi. Yani öyle süslü püslü Japon balıklarından değil. Karısı terk etmiş. Kadını bulup telefona bağladık, “O balığına aşık” demez mi? Yıkıldı stüdyo. Adamın evine bakmadığından, balığına en pahalı mamaları aldığı halde eve ekmek getirmediğinden, balığıyla odasına çekilip saatlerce karısının yanına gitmemesine kadar “mahrem” ne varsa konuşuldu! “Tedavi ettirelim kocanı. Yuvanız yıkılmasın” dedim. Kadının verdiği yanıtla reklama gitmek zorunda kaldık.
“Allahını seversen Yalçın abi söylesene; o balık mı güzel ben mi?”
Bir başka ablamız vardı adı; Şehriye. Kendisini izlediklerini, dinlediklerini iddia ediyordu. Bir türlü ikna edip doktora da götüremedik. Hatta işi şakaya vurup, “Ergenekoncu musun sen? Niye dinlesinler Abla? ” dediğimde, “Yoo ben oraya hiç gitmedim” diye yanıt verdi. Çare kalmadı aldık programa. Ama ne olur ne olmaz diyerek tribüne oturttuk, ana konukların arasına almadık. Oradan da yetişti;
“Benim konuşmalarımı gizlice dinliyorlar, kayda alıyorlar Yalçın beyyy. Allah rızası için yardım et…”
Tam da o anda bir telefon bağlandı yayına. Telefondaki kişi kendisinin de aynı durumda olduğunu dinlemeye ve takibe alındığını söylüyordu.
“Karafatmaları eğitmişler. Beni izletiyorlar. Baratçı bunlar baratçı.”
Karafatma denen “böceği” biliyorduk ama “Baratçı”nın ne olduğunu sonradan çözdük. “İstihbaratçı” demek istiyordu. Arayanlar inanıyordu anlatılanlara ve anlattıklarına. Kendi başlarına gelenlerden örnekler veriyorlardı. Doktorlardan fayda yoktu. Hocaya gitmeliydi konuşmaları dinlenip kayda alınan abla. Kimi , “okunmuş pirinç at balkonlarına” dedi. “Altıncı kat. Nasıl atayım” diye yanıtladı Şehriye hanım. Kimi bir kutu kibrit almasını önerdi. “Eee, ne yapayım? Yakayım mı evlerini” diye sordu Şehriye abla bu kez. Ödümüz koptu. Akıl veren adam, kibritleri tek tek yakmasını. Her kibriti yakarken dinleyenlere ve dinletenlere beddua okumasını. Sonra da o kibritleri bir tencere okunmuş suya atıp 3 gün bekletmesini, ardından da o suyu ilk dolunay gecesi dereye dökmesini önerdi. “Dere yok bizim evin orada” dedi bu kez Şehriye abla. “Akarsu da olur” dedi telefondaki uzman kişi!.. Stüdyodaki gedikli konuklardan biri girdi söze, “Denize de atsa olur. Ben biliyorum...”
“Oynatmaya az kaldı. Doktorum nerde. Şu program yüzünden çıldıracağım…”
Boşanmaya çalışan bir adam annesiyle gelmişti stüdyoya. Kendisini terk eden eşinin adresini bulamadığı için bir türlü boşanamıyordu. Hemen evlenecekti boşanınca, annesi iyi bir aile kızı bulmuştu bile ona. Yayın başladı, arıza da ortaya çıktı. Sürekli, “Avukat istiyorum, avukat” diyordu. Ama bunu aralıksız, soluksuz sürekli tekrarlıyordu. Program bitiminde merdivenlerden güvenlik eşliğinde dışarı çıkartılırken bağırıyordu hala; “Marko Abi, kurtar beni. Avukat istiyorum. Avukat…” Marko Paşa’dan yola çıkarak bana, “Marko Abi” diye sesleniyordu.
Bir baba vardı. Kürt'tü. Kızı İstanbul’a komşu illerden birisine kaçırılmıştı aileye göre. Töre vardı, aşiret vardı, karar çıkmıştı; kaçana da kaçırana da sıkacaklardı. Amcalar, yeğenlerle en az 10 kişi gelmişti aile. “Bulacan onları” diyorlardı, o kadar. İz sürdük, uğraştık, yardım aldık ve izlerine ulaştık. Şimdi ne olacaktı? Bulduğumuzu söylesek sonuç belliydi. Söylemesek adamlar Yalçın Abi’nin kapısında nöbette. Gitmeye niyetleri de yok.
İstanbul’un uzak ilçelerinden birindeki evde misafir kalıyordu kaçaklar. Kalktık gittik. Duvarlar sloganlarla doluydu. Gecekondulardan bozma binalardan oluşan bir mahalle. Bir börekçi bulup adresi sorduk. Adam uzun uzun suratıma baktı. "Sen bekle hele" dedi, çıktı gitti. Karanlık sokakta 3 kişiyle geri döndü.
Zifir karanlık sokaklarda dolana dolana 5 dakikadan fazla yürüdük. Bilerek dolaştırmışlardı. Henüz tuğlalarının dışı sıvanmamış bir binanın önünde durduk. Kapıda en az 20 çift ayakkabı vardı. Girişte sağdaki daireye alındık. Evde duvara yaslanmış keleşlerle karşılanmıştık. İçeride yere oturmuş hepsi erkek 9-10 kişi vardı. Yaka cebimdeki kalem kameranın kayıt düğmesine bastım. Çay getirdiler. Yanında cevizli kete sundular kenarları gül baskılı plastik tabaklarda. Güvenmiyorlardı bize. Ne dediysek ikna olmadılar. Neredeyse 15 dakika geçmişti. Tam o sırada 60 yaşlarında bir kadın girdi içeri. Herkes ayağa kalktı, kenara çekildi. Belli ki, sözü geçen ağırlığı olan birisiydi. Odadaki herkesi dışarı çıkarttı. Sonra dönüp, “Bak” dedi.
“Polise gitme. Kızın dayılarına bir şey deme. Bu kız akrabamız, hamile. Oğlan burada değil, arama. O bizim ailenin kalan tek oğlu. Diğerleri dağda ya da öldürüldü. O bebek bizim bebeğimiz. Al kızı git. Bebeğe bir şey olursa hesabını sana sorarız.. Haberin ola sorarız… Seni buluruz... Nikahlarını kıy. Ölene kadar bizim ağabeyimiz ol. Dünyada ahrette başımızın üstündesin, bilesin.”
Kalakalmışlardı öylece.
“Al kızı git. Nikahlarını kıy…”
"Oğlanın adresini de bulduk zaten. İnşaatta kalıyor" dedim. Sonra da yutkunarak kısık sesle ekledim, "derdimiz üzüm yemek, bağcıyı dövmek değil." Başında kenarları tığ işi sarı, kırmızı, yeşil renkte çiçeklerle süslenmiş beyaz başörtüsü vardı kadının. Alışkanlıkla onu düzeltti. Sonra da dimdik bakarak konuşmaya devam etti;
"Bak kardeş sen akıllı bir insansın. Araya hatırlı dostlar koymuşsun. Al kızı git, nikahlarını canlı yayında kıy. Herkes görsün. Kızın babası iyi adamdır. Öldürülmesini istemiyor evladının. Ama aşirettir, karar çıkmıştır, bir şey yapamaz. Gücü yetmez onlara. Oğlanı biz getiririz nikaha. Kıydır nikahı, sonrasını bize bırak."
Tamam demekten başka şansları yoktu. Ama bu seferki zorlu bir oyundu. Her sabah televizyonun kapısında nöbete başlayan aşirete nasıl anlatacaklardı bu durumu. Kadın dışarı seslendi.
"Şehmuz gidin getirin kızı. Oğlana da haber edin ayrılsın şantiyeden. Bunlar öğrenmiş onun da yerini…"
Sevgili canlar neler yaşamadık ki o programlar boyunca… Şimdi vahşice katledilen Özgecan’ı konuşuyoruz. Yarın kim bilir kimleri konuşacağız bu düzen, bu kafa, bu yaklaşım ve bu bakış açıları sürdükçe…
Le Manyak ekibi isterse yazmaya, anlatmaya devam edeceğim. 10 yıldan fazla bir süre seçilmişler ve atanmışlara canlı yayınlardan yalvardık, “Her gün 200-300 kişi başvuruyor. Çok önemli birikimlere sahibiz. Töre cinayetleri, kadına şiddet, kadın cinayetleri, aile içi şiddet, çocuğa şiddet, taciz ve tecavüz olayları… Tuzaklar, açmazlar, fuhuş ve uyuşturucu batağı… Gelin bize danışın, gelelim size anlatalım” diye…
Tık yok…
Şubat. 17, 2015
Le Manyak
Tweet