Gezi Parkı Direnişi

Kamuoyu, izleyenler beni hep reality programlarındaki Yalçın Abi olarak tanır, anımsar ve her karşılaşmada gülümserler. Gülümsemelerinin nedeni bir zamanlar en aykırı programları yapmamdan, en “acayip” konu ve konukları bulmamızdandır. Oysa ben içinde dev bir yanardağ gibi durmadan köpüren gazetecilik ateşiyle yanıp tutuşan, stajyerlik günlerindeki aşkla deklanşöre asılan gencecik bir gazeteciyimdir. Yanlış anlamayın 50’li yaşlara merdiven dayadım ama içimdeki gazeteci ruhunu bir türlü yaşlandıramadım.

Şimdi sizlerle o bir türlü uslandıramadığım, sakinleştiremediğim, dizginleyemediğim gazeteci kişiliğimin yaşadığı ve de beni maceradan maceraya sürüklediği anlara, anılara götüreceğim. Aslında belki de pek çoğunuzun yaşamadığı ve yaşayamayacağı cepheye, sahaya çıkacağız birlikte. Mesleğin acı, tatlı bir o kadar da (benim yaşımda adama göre) riskli yönlerini göreceğiz.

Gezi Parkı Direnişi…

Hangi kafa, akıl, ruh hali 3 ay boyunca parklarda, banklarda, kaldırımlarda, çadırlarda yatar, kalkar? Hangi güç bir insanı ayaklarının parmak araları kanayana kadar yürütür ve saatlerce acılar içinde dolaştırır? Hangi arzu ve istek (eve gidip de bir şeyleri atlamak korkusuyla) alaturka helâda maşrapaya doldurulan soğuk suyla banyo yaptırabilir? Tek bir yanıtı var, “tarihe tanıklık etmek ve deklanşöre her bastığınızda anı ölümsüzleştirmek…”

27 Mayıs 2013 gecesi astım omzuma kameram ve lenslerle dolu çantamı ve bir daha asla ayrılmadım vücudumun parçası haline gelen yol arkadaşlarımdan. Gezi Parkı Direnişiyle yeniden sahalara, cepheye, sokağa çıktım. Şimdi beraber gezeceğiz o sokaklarda.

Hadi bakalım…

İlk söyleyeceğim şey şu; şimdi kimileri kızacak ama biber gazı bana iyi geliyor. Ciğerlerimde ne balgam kalıyor ne de hırıltı ? Koşarken, kaçarken, taştan, mermiden, gazdan, kapsülden, basınçlı su ve içine kattıkları kimyasal sıvılardan korunurken anlamıyorsunuz ne kadar yorulduğunuzu. Yorgunluk sonradan kor yavaş, yavaş… Sahadaysanız böyledir hayat.

Öyle gecelerden biriydi. Pek çok evin ışığı kararmış, İstanbul’un çoğu semti ya uykuya yatmıştı ya da Halk TV ve Ulusal Kanal’daki canlı yayınlarla sokaklardaki olayları seyrediyordu. Bildiğiniz üzere diğer kanallar belgesel ve de rutin programlarını yayınlamaya devam ediyordu. Onları da izleyenler vardı muhakkak. Hatta bana göre onlar çoğunluktaydı. Olsun ben sokaktaydım. Kameram ve lenslerimle tarihe tanıklık ederken, belki de ömrü hayatımda bir kez ve de her defasında ilk kez izleyeceğim olayları kaydetmenin verdiği enerjiyle oradan oraya koşmaya devam ediyordum.

İstiklal caddesinin arka sokaklarından birinde bir bar. Barın bulunduğu sokağın bir başında eylemciler diğer başındaysa polisler. Ben tam ortalarına yakın bir noktada barın sokağa koyduğu yüksekçe, yuvarlak bir masaya çöreklendim. Ter içinde kalmışım farkında olmadan. Canım acayip şekilde bira çekiyor ama uykusuzluğuma yenik düşüp bir kenarda sızmaktan korkuyorum. Yine de garsona, “bir bira” dedim. Buz gibi... Ohhh… Ciğerlerim, göğsüm bayram ediyor her yudumumda.

Tam o an, kulağımın dibinde bir vızıltı hissettim. Ardından yaslandığım masanın hemen altına ardı ardına birkaç plastik mermi isabet etti. Ve sloganlar başladı. Arkamda sokağın köşesinde saklanmış gençler öne fırlamış sapanlarla bilye atıp, yerlerden söktükleri taşları karşı yöne doğru savuruyorlardı. O anda gaz bombaları patladı ardı ardına. Kendimi barın içine attım.

Gaz maskemi çıkartmış kolumun altına sıkıştırmıştım. Barı işletenler uzaktan kumandalı kepengi indirmeye başladılar. İçerisi beyaza bürünmüş, göz gözü görmüyordu. Kepenk neredeyse kapanmak üzereydi. Beş karış kadar bir boşluk kalmıştı zemine inmesine. Dönüp kapıya baktığım anda bir elin o daracık boşluğa uzandığını ve el bombasına benzeyen bir şeyi içeri yuvarladığını gördüm. Yeni tip gaz bombasıydı bu. Dışı kauçuk gibi bir maddeden yapılmıştı. Yerde topaç gibi fır fır dönerken gaz fışkırtıyordu, gri renkte.

Boğulacaktık. Artık maskeyi takmamın da bir anlamı yoktu. İçeride bulunanlar ve baskın anında içeriye sığınanlar yerlerde, öksürüyor hatta bazıları kusuyordu. Çaresizce kepengi yarısına kadar açtılar. Gaz biraz olsun dışarı çıkmıştı. Ben de dışarı fırladım. Arka sokaklardan dolaşıp Galatasaray Lisesi’nin önüne geldim. 2 TOMA, 20 kadar çevik kuvvet polisi, 1 akrep diye tabir edilen zırhlı araç bekliyordu. İngiliz Konsolosluğu’nun köşesindeyse 20 kişi kadar eylemci vardı. Zetci denen, gaz bombası tüfeği kullanan polisler sıkacakmış gibi yapıp bir iki adım ilerliyor, eylemciler sağlı sollu kaçışıp siper alıyordu. Polis sıkmadan geri çekilince eylemciler saklandıkları noktalardan çıkıp slogan atmaya devam ediyordu.

“Buradan bana farklı fotoğraf çıkmaz” diyerek Galatasaray Lisesi’nin yanından aşağıya doğru yürümeye başladım. Salı Pazarı’na gelmiştim. Dolmabahçe’ye doğru ilerlerken kalabalık gruplarında sloganlar, marşlar eşliğinde aynı yöne yürüdüklerine tanıklık ettim. Ortam o kadar garipti ki, bir yandan 10. Yıl Marşı, diğer yandan Dağ Başını Duman Almış marşı, başka bir yönden Partizan Marşı yükseliyordu.

Deniz otobüsü iskelesini geçip Dolmabahçe Sarayı’na yaklaştığımdaysa Beşiktaş yönünden üzerime doğru koşan, daha doğrusu kaçan devasa bir kalabalıkla karşı karşıya kaldım. Ortalık adeta savaş alanıydı.

Çatışmalar o kadar şiddetliydi ki bir ara Swiss Otel’in arkasından Dolmabahçe’ye inen yokuşun alt başında askeriyenin duvarının yanında siper alıp çömeldim. Yaklaşık 10 dakika yerimden kıpırdayamadım. O denli taş, misket, gaz bombası kapsülü ve plastik mermi uçuşuyordu havada. Kaçarken ve kovalarken çarpanların, sırtıma vuranların sayısını hatırlamıyorum. Ama işi öğrenmiştim bir gençten. Gömleğin altına 3 rulo havlu kağıt, her havlu kağıdın arasına da mutfaklarda kullanılan alüminyum folyolardan eklemiştim. Üstünü de sargı bezleriyle sarmıştım. Plastik ve boyalı mermiye karşı koruyordu. Kapsül gelirse de sargı bezinin ipekli kurşungeçirmez yelekler gibi yönünü bozup, hızını azaltacağını umuyordum. Alüminyum da ısıyı engelleyecekti.

Saklandığım yerden çıktım. Biraz sakinleşmişti ortalık. Ama oda ne? Gördüğüme inanamıyordum. Fazla gazdan kafayı mı bulmuştum yoksa? Stadyumun önünden kepçesini kaldırmış dev bir iş makinesi geliyordu. Şaka gibiydi ama değildi, gerçekti. Üstüne insanlar doluşmuştu. Sarı-kırmızı, sarı-lacivert ve en çok da siyah beyaz formalı gençler alkışlarla yanında ilerliyordu sarı renkli dev, paletli aracın. Elinde Türk Bayrağı olan bir genç üstüne çıkmış, “Açılın. Dikkat” diye bağırıyordu. O dev makine paletlerinin üzerinde asfaltı bir tank gibi eze eze geldi. Aracın arkasında kocaman …. YIKIMCILIK VE HAFRİYAT yazıyordu. Yaklaşık 100 kişilik bir grup düdükler çalarak, sloganlar atarak dev makineyle birlikte Beşiktaş’a doğru ilerliyordu. Nasıl çalıştırmışlardı? Nasıl kullanıyorlardı? Ama geliyorlardı işte, marşlarla, türkülerle.

Beşiktaş’ın girişine yaklaşmışlardı ki, karşı taraftan gaz bombası yağmaya başladı. Bembeyaz olmuştu ortalık akşamın karanlığında. Polisler de şaşkındı. Üzerlerine dev bir kepçe yaklaşıyordu. Fırsattan istifade koşarak polislerin bulunduğu noktaya biraz daha yaklaştım. Şimdi tam iki aracın arasını gören kaldırımın üstündeydim. İyi bir açı yakalamıştım. Koştum derken bu arada bir detayı da aktarayım. Her yer ama her yer barikatlardan dağılan ve atılan demir çubuk, taş, kalas, bank, çöp kutusu, lamba, direk, gaz kapsülü gibi malzemeyle doluydu. Ayağınızı burkmanız, düşüp suratınızı parçalamanız, bir yerinizi kırmanız an meselesiydi. Polis de eylemciler de bu şartlarda kaçma, kovalamaca içindeydiler.

Gaz biraz dağıldı, dev kepçenin arkasına sığınan eylemciler çıkıp taş atmaya başladı. Polis de anında gaz bombası. Al sana iyi fotoğraf açısı. Kaldık mı arada. Sırtımı dayanacak son noktaya kadar geri çektim. Duvara yapışmıştım. Makineyi dahi kaldıramıyordum, siz anlayın artık, önümde nasıl bir taş, misket, plastik mermi ve bomba trafiği olduğunu. Bir süre duran dev iş makinesi homurdanarak tekrar hareket etti. Toma tam kepçenin ucundaydı. “Kepçe TOMA’yı kovalıyordu” denebilir mi? Denir. Adım adımda olsa TOMA geri, kepçe de ileri doğru gidiyordu. Tomanın arkasındaki polisler geri çekilirken yine ardı ardına gaz bombaları patladı. Biri tam ayağımın dibine düşmüştü. Tekme salladım ama ayağım önce boşlukta sallandı sonra duman fışkıran gaz kapsülü topuğumun çarpmasıyla tam dibime girdi. Paçamdan içeri, yukarılara doğru yayılan gaz ödümü koparttı. Tabana kuvvet eylemcilerin arasına, iş makinesinin de gerisine kaçtım. O sırada sloganlar yükselmeye başladı;

“Faşizme karşı omuz omuza…”

Hemen yanımda 2 kişi dumanların arasında ellerini sallayıp oldukları yerde zıplayarak bağırıyordu.

“Faşizme karşı bacak omuza...”

Anam… İlk kez duyuyordum bu sloganı. Sesleri yüzlerce kişinin hep bir ağızdan haykırdığı, “Faşizme karşı omuz omuza” sloganı içinde eriyip gidiyordu ama benim dibimdeydiler. Yanlış da duymamıştım.

“Faşizme karşı bacak omuza…”

Gazdan seçemiyordum yüzlerini. İyice yaklaştım. Birisi Taksim’de polislere elinde gökkuşağı renkler bulunan bayrağıyla direnen travestiydi. Diğerini tanımıyorum ama o da ya eşcinsel ya da travestiydi. Bağırıyor, zıplıyor, eyleme katılıp, eğleniyorlardı. Gözlerine minik deniz gözlüklerinden takmışlardı. Birisinin elinde tef vardı. Sloganı bağırırken onu da bacağına ritmik şekilde vuruyordu. Bir yandan da dans eder gibi hareketler yapıyorlardı. Ara ara boyunlarındaki bezleri burunlarına götürüp soluklanıyor sonra devam ediyorlardı;

“Faşizme karşı bacak omuza…”

Baktığımı görünce zayıf, uzun boylu olan kolumdan tuttu;

“Naber Yalçın abi. Hatırladın mı beni?”

Hatırlamadım. Nereden hatırlamalıydım? Programdan mı, bilemiyordum.

“Hani geçen fotoğraf çekilmiştik ya…”

Tamam şimdi olmuştu. Beyoğlu’nda Sugar Bar’ın sokağının girişinde karşılaşmıştık. O sokaktaki minicik çay ocağına giderdim yıllardır. Eski ANAP İl merkezinin bulunduğu sokak. Sabah yayın çıkışı karşılaşmıştık. Fotoğraf çektirmişti yanındaki arkadaşına.

“Hatırladın dimi? Hadi gel fotoğraf çekilelim.”

Allah’ım sen bana sabır ver. Arkamız, sağımız, solumuz, önümüz, yanımız gazdan, taştan, müdahaleden yanıyor. Ama o fotoğraf çektirmek istiyor. “Tamam” dedim kırmamak için. Geçti yanıma koluma girdi savaş mahallinde hatıra fotoğrafı çektirdi benimle. “Dikkat edin kendinize” dedim uzaklaşırken, “Sende abiii” diyerek el salladılar arkamdan. Eğleniyorlardı.

İşte böyle sevgili canlar… Bu beden yaşlanır ama bu gazetecilik ruhu pamuklar tıkanmadan ölmez…

Bilesiniz…

Mart. 21, 2015

Le Manyak

NETWORK

Bumerang - Yazarkafe

Flickr