Medya dünyası... Ya da hergün haber, bilgi, belge, yorum yapanların-satanların, "gizli dünyası..." Koca koca plazalarda hergün neler olur, neler konuşulur, toplantılarda neler ele alınır? Dünyada olup bitenlerle, medya dünyasının kendi caddelerinde, sokaklarında, odalarında, koridorlarında yaşananlar özdeşmidir?
Yazarların ve yorumcuların yazdıklarıyla, savunduklarıyla özel yaşamları arasında büyük uçurumlar var mıdır? Hakkın, hukukun, adaletin, kadronun, sigortanın, kıdemin, tazminatın, mesleki örgütlenmenin esamesi okunur mu medya dünyasında? Yağcılar varmıdır, şakşakcılar?.. Amirlerinin ya da patronlarının her uygulamasına ve sözüne alkış tutanlar ya da sessiz kalanlar bulunur mu? İnsanlar; başarılarının, morallerinin, mutlu olmalarının ve mesleki doyumun ölçüsünü, patronlarının kendilerine iyi davranıp davranmamasıyla mı kıyaslarlar?
Gerçekten de yöneticilere ve patrona yakın olmak salt başarının göstergesimidir,
medya dünyasında? Yöneticinin ya da patronun yüzüne karşı söylenemeyenler, içki
masalarına meze yapılıp kahramanlık edalarıyla mı süslenir? Veya türlü
aşağılanmalara, azarlara, baskılara, kızaklara rağmen başını önüne eğen ve amacı
sadece koltuğuna sıkı sıkı sarılmak olanlar gerçekten varmıdır, "bizim
dünyamızda?.."
Ne yanıt vermeli bu sorulara?
İnternetin yaygınlaşmasıyla birlikte medya dünyasının arka kapıları da aralanmaya
başladı. Arkadaşlar değişik adlarla yayın yapan internet web sitelerinde, "aslında
ne olmuştu"yu anlatmaya başladılar. Çok da iyi oldu, kol kırılıp yen içinde kalmıyor
en azından. Ve doğal olarak "medya dünyası yazarları" çıktı ardı ardına. Gerçekten
sektörün içinde olanlarda, kıyısında dolaşanlar da yazmaya başladı. Bunca, "bir
bilen" in arasında bir de benim kulvara dahil olmam sıkışıklık yaratmaz mı? Gelin
ben yukardaki sorular ışığında, "dünkü" medyayı yazayım. Farkı siz anlayın...
Sorulara yanıtlar da içinde gizli olsun...
Eskiden Bab-ı Ali vardı. Ben dahil pek çoğumuz o yokuşu onlarca yıl tırmandık.
Çıkışlarımız güneşin ilk ışıklarına denk düşer, inişlerimiz martı sesleriyle
renklenirdi. O zamanlar içmenin de, oturmanın da, kalkmanın da adabı vardı.
Ustaların masasına davet edildiğimizde bacaklarımız titrer, ikinci kadehi başka bir
mekanda içmeye gayret gösterirdik. Ve ne kadar içersek içelim ve ne kadar sevişirsek
sevişelim sabah gün ağarmadan yola çıkar ipi göğüslemeye koşardık, Bab-ı Ali'ye...
Cemiyetimiz, cemiyet, sendikamız da sendikaydı. Kitap okumak şimdiki gibi ayrıcalık
değil, alışkanlıktı. Aşık olur ağlar, unutur yine aşık olurduk. Şiiri de severdik,
Münir Nurettin'i de... Yani hem insandık hem de gazeteci. Hem diğer gazetecilerle
yarışırdık hem de kendi gazetemizdeki muhabirlerdi en büyük rakibimiz. "Haber
atlatmak" diye bir deyim vardı o zamanlar! Her habere çıkış, maraton koşan
yarışcının pistte ileri fırlamasına benzerdi. Binlerceydik, yokuştaki yarışta. İpi
göğüsleyen birinci sayfadan sokardı haberini, göğüsleyemeyenlerse özetle sütununa...
Bu kadar da acımasızdı...
Simaviler vardı. Nadiler. Ilıcaklar... Babadan oğula "gazeteci" ve "işadamı"ydılar.
Bizler de torunları... "Pay kuponları"ydı en büyük promosyon. Biriktirir gider eşya
alırdınız. Henüz yoğurdun yanında gazetenin hediye edileceği yıllara çok uzaktık.
Henüz, basının devlet kaynaklarından basleneceği günleri hayal bile edemezdik. Hatta
çok şaşıracaksınız gazeteler satışlarından kar ederlerdi. Müdürün muhabirden geç
geldiği yıllara da çok uzak yaşadığımızı sonradan anladık. Sabah toplantılarında
hazır değilseniz giremezdiniz içeri, girseniz de yüzünüzün kızarıklığından
çıkamazdınız dışarı. İsminizin (imza) haberin üstünde yayınlanmasını istemek için
çok ama çok dirsek çürütmeniz gerekirdi. Tecrübe, birikim, genel kültür, güncele
sahip olmak, gündemi takip etmek, okumak, araştırmak, belgeye, bilgiye, olaya ve
olguya dayalı yazılar yazmak esastı.
Bir Nezih Demirkent vardı. Saygıyı, efendiliği, hırsı, ısrarcılığı, örgütcülüğü,
dürüstlüğü, takım çalışmasını öğretirdi bakışlarıyla. Bülent Dikmener'i kaçınız
hatırlar? Ya Yalçın Bayer'i? Reha Öz'ü, Bülent Ön'ü, Fikret Dağlıoğlu'nu. Gelir mi
böyle haber müdürleri bir daha? Kişisel kaygılarından arınmış, hırslarını
altındakilere yansıtmayan, işinde pişe pişe koltuğunu hak etmiş, ezmeyi değil
vermeyi ve öğretmeyi ilke edinmiş, ustalar... Yani; bilgi ve birikimleriyle
bizlerden ağır olan, ustalar.
Eskiden ödül,
makam, mevki, yükselmek; ürettiğiniz işle özdeşti. Sizin konumunuzu, itibarınızı,
ağırlığınızı, etkinliğinizi üstüne imza koyduğunuz haber, yorum, izlenim, fotograf
belirlerdi. Yüzünüzü bilmeseler de, gücünüzü hissederlerdi. Ve siz, kendinizi
geliştirirken kurumunuzu da yüceltirdiniz.
Sözün özü;
"Gazetecinin cüzdanı değil, telefon rehberi kalın olmalı..."
Medya üzerine yazmaya devam edeceğim. Hem genç meslektaşlara ders olması için, hem
de sonradan olma meslektaşların ders çıkartmaları için.
Gazetecilik ciddi iş arkadaşlar. Siz bakmayın "onların" koyuverdiklerine. Yaptığınız
işi ciddiye alın; "Karınca ciddiyetinde..."
Dostca kalın, hoşçakalın.
Yalçın Çakır