Sevdiğin kadar sevilirsin

Gelin sizlerle yaşadıklarımızı, duygularımızı, sevgilerimizi, aşklarımızı, kavgalarımızı, kırgınlıklarımızı, gözlemlerimizi, mücadelemizi, hayallerimizi, masallarımızı paylaşalım bu sayfalarda. Ben yazıp yayınlıyorum. Siz de yazın gönderin yayınlayalım. Paylaşın... Paylaştıkca çoğalın, çoğalalım. İşte benim ilk yazım. Bu yazı seneler önce kaleme alındı. Sonradan defalarca revize edildi. Keşke ilk haliyle kalsaydı ama kalamadı işte... Zaman onu da değiştirdi, bana özdeş... Haa bi de; kimse üstüne alınmasın bu yazı tamamen hayal ürünüdür...

Sevdigin kadar sevilirsin...

Yağmur yağıyordu kentin üstüne, akşamın alaca karanlığında. Ne yağmura aldırıyordu karla karışık, ne de derisini ısırarak canını yakan soğuğa...

"Ömrümüz ayrılıklar toplamıdır / Yarım kalan bir şiir belki de..."

Çok severdi bu siiri. Evinin salonunun duvarında da asılıydı.

Şiir, karanlık ve soğuk...

Saatlerdir anlamsız ve amaçsızca dolanıyordu sokaklarda, onu arıyordu. Telefonu yanıt vermiyor, gidebileceği yerlerde geziniyordu bu nedenle. Tüm dikkatini gelip geçenlere vermişdi; ola ki rastlarım umuduyla hiç bir yüzü, burnu, gözü, montu, kabanı, rengi siyah olan saçı kaçırmak istemiyordu. Başı dönmeye baslamıştı akıp giden insan kalabalığını, içindeki detayları yakalamaya çalışarak izlerken.

En az yirmi tur attı, itiyle, kopuğuyla, aşığıyla, ayyaşıyla rengarenk akan istiklal Caddesi'nde...

"İstanbul, ah İstanbul..."

Kendi kendisine söyleniyordu. Kaybolup gitmişti kentin içinde, onun gibi. Durdu, çevresine bakında. O muydu yoksa şu geçip giden. Heyecanlandı, koşarak yanından geçti. Birden durup geri döndü. Yüzyüze geldiler. Karşısındaki insan donuk bakışlarla yüzünü süzüyordu. Bu soğukta boncuk boncuk terliyordu, o boncuk boncuk gözlerin karşısında...

- "Afedersiniz. Birisine benzettim..."
- "Boşver... Bana da oluyor sık sık..."

Garip bir lakaytlık vardı karşısındaki suratda. Sanki 40 yıldır tanışıyorlarmış gibi rahat, samimimi, kendine güvenli ve umursamazdı... Hatta biraz da küstah ve vurdumduymaz...

- "Bir arkadaşa benzettim. Ondan... Yani..."
- "Söylemiştiniz bunu...Başka bir şey var mı?"

"Yaa... Öylemi" diye mırıldandı kendince... Tam özür dileyeme hazırlanıyordu ki, karşısındaki sol omuzuna dokundu.

- "Arkadaşım, bittiyse yol verde gideyim..."

Kenara çekildi. Döndü arkasından baktı. Kot pantolon, süet bot, siyah bir kaban vardı kızın üzerinde. Tam da gidecekken kız döndü, gülümsedi. Elini "hoşcakal" der gibi salladı ve ilk sol sokakta kayboldu.

Benzetmişti. Bu kaçıncı benzetmeydi aslında... İnanılmaz bir açlık, dayanılmaz bir özlem, karşı konulmaz bir duygu seliydi onu saatlerdir sokak sokak dolaştıran. Uyuyamıyordu artık. İşine veremiyordu kendisini. Kötü rüyalar görüyordu sürekli. İşkenceler, gözaltılar, küfürler, tekme-tokat uyanıyordu uykusundan. Hem de her gece... Sonra sigara yüklü saatler başlıyordu, uykusuz. Beynindeki avluda volta üstüne volta atıyordu düşünceler. Kendi kozasını örüyordu içine kapandığı hücresinde.

Üşüdü... Her zamanki bara attı kendisini. Bir cin tonik söyledi. Arka arkaya devrilen kadehlerle çakır keyif sınırını geçmişti yine. Kimseyle ilgilendiği yoktu. Arada bir omuzuna, sırtına dokunup selam verenleri yalancı gülücüklerle selamlıyor, beyninde giderek büyüyen uğultuyu bastırmaya çalışıyordu. Ağlamak istiyordu... Bağırmak, kavga etmek, sevişmek delicesine...Kafayı bulmuştu... Kalktı.

Dolmuşun dolmasını beklerken sızmıştı. Ücretler ödenirken dürtetek uyandırdı yanındaki çamyarması. Boğaz Köprüsü, trafik, korna sesleri... Camları silmeye çalışan çocuklar, onları azarlayan kodamanlar... Lapa lapa yağan kara rağmen ellerindeki gülleri, karanfilleri arabalardakilere satmaya çalışan çingen kızları ve kağıt helvacılar yaşamın taa içinden tokatlamışlardı onu.

Ön koltukta sevgilisiyle sarmaş dolaş oturan genç kız, "Aksaray'dayım anneciğim"diye yalan söylüyordu telefonda. Kendisini dürterek uyandıran çam yarması uyuklamaya başlamıştı bu kez. Ve horluyordu. İçinden kafa atmak geçti, kendisinin iki katı irilikteki adama.

Başını cama yasladı. Aşağıda rengarenk ışıklarıyla Ortaköy ve boğazın karanlık sularına dalıp gitti. Sessizce, öylesine, derinden... Gözyaşı damlaları yanağından süzülüp dudağının kenarında tuzlu, kekremsi bir tat bırakıp aşağıya doğru yollarına devam ediyorlardı.

Çok özlemişti. Bunu biliyordu. Sesini duymak istiyordu. Ansızın gelen ve aynı ansızlık içinde çekip gideneydi gözyaşları. Ve sormak istiyordu bu ansızlığın nedenini. Ne eve gitmek istiyordu ne de sokaklarda dolaşmak. Ne otumak istiyordu ne de yürümek. Birini yapsa, diğerini istiyordu içi. Arabadan indi. Kar iyice artmıştı. Gecenin karanlığı beyaza boyanmıştı.

Paltosunun iç cebindeki dergiyi çıkarttı. Kaldırımın kenarındaki duvara yaslandı ve anlamsızca karıştırmaya başladı sayfaları. O anki durumunu destekleyecek, ruh haline uygun düşücek bir şeyler arıyordu. "Her şey sende gizli..." başlığında takıldı kaldı... Uzun süre boş boş baktı şiirin başlığına;

"Her şey sende gizli..."

"...Sevdiğin kadardır ömrün / Gülebildiğin kadar mutlusun / Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin / Sakın bitti sanma herşeyi, sevdiğin kadar sevileceksin.../

Saat gece yarısını geçmişti çoktan. Ayakları onu, aylardır kaldırımlarındaki her taşını ezberlediği sokağa sürükledi. Üşümüştü. Soğuğu iliklerinde hissetti bir an. Bir sigara yaktı, kafasını kaldırdı. Dondu kaldı.

Oradaydı...

Apartmanın girişindeki çardağın altında cep telefonu ile konuşuyordu. Şaşırdı, heyecanlandı... Ateş basmıştı boynundan yukarısını. Korkuyla ilerdeki minübüsün arkasına saklandı. O muydu? Hayal mi görüyordu yoksa? Evet... Oydu. Duraksadı... Tedirginlik içinde yüzünü sildi. Gitmeli miydi yanına? Yoksa... Saklanmalı mıydı?.. Saklandı.

Kafasını tekrar uzattığında, yoktu. Gitmişdi. Girmişdi apartmandan içeri. Merdivenlerin ışığı yanıyordu. Bekledi... Bekledi... Bekledi... Üşümüşdü, ayılmıştı üstelik. Az ilerde sabaha kadar açık bir şarküteri vardı, kar suyuyla ıslanan parmaklarının acısını yeni yeni hissediyordu. İçki aldı, sigara ve kaşar peyniri. Tam parayı verirken, "iyi akşamlar" diyen sesle irkildi. Tanıyordu bu sesi ama nereden?

Arkasına döndüğünde Taksim'de yolunu kestiği bayanla burun buruna geldi.

- "Aaa... Merhaba. Bu ne rastlantı yahu?"
- "Evet... Yani ben burada oturuyorum. Dolmuşla geldim."

Saçmalıyordu. Toparlayamamış, cümle kuramamıştı. Oysa kız ona ne nerde oturduğunu sormuşdu ne de neyle geldiğini.

- "Bana bir sigara verin..."

İnce uzun parmakları vardı. Parayı uzatırken gözleri o parmaklara takılmıştı. Bekledi. Nedenini bilmiyordu ama kızın sigarayı almasını bekledi. Kapıdan birlikte çıktılar. Kaldırımda sessizce yürüyorlardı.

- "O dergiyi sürekli okur musunuz?"

Dergiyi unutmuştu aslında. Paltosunun cebine sokuşturmuştu aceleyle.

- "Ne dergisi?"
- "İnsancıl... Cebinizde ya..."
- "Haa... O mu. evet her ay alırım."
- "Bende..."

Bu "bende" kelimesine takılmıştı. Durdu, dönüp kızın yüzüne baktı. Tanıyor muydu? Yok hayır. Tanısa, Taksim'de anımsardı daha ayıkken.

- "Şiir sever misiniz? Peki felsefe..."
- "Evet..."
- "Yılmaz Odabaşı..."

Kızın tüm içtenlikle sorduğu sorulara kesik kesik yanıt veriyordu. Şaşırmıştı. Bu nasıl bir özgüvendi böyle?

- "Severim. hem de bilirim ezbere, şiirlerini..."
- "Nasıl yani. İstiklal Marşı gibi mi?"

Kısık bir kahkaha atmıştı ardından. Boncuk boncuk parlayan gözlerinin içi gülüyordu. Ama o bakışlarda hiç bir aşağılama görememişti.

- "Ezberlemek önemli değil. Anlamak önemli..."

Buyur... Akşam akşam iş aldık başımıza. İçinden konuşuyor, durumu çözmeye çalışıyordu.

"Gecenin 2'sinde inmisin, cinmisin be kızım? Nereden çıktın sen?"

Düşüncelerini okumuştu sanki. "Bak" dedi. Kolundan tuttu. Kolunu çekmek istedi ama bir güç buna engel olmuştu sanki. Kız tam karşısında dikilmiş gözlerinin içine bakıyordu.

"Suları 
boğdu 
dalgalar. 
Ses hoyrat, 
sevinç yılgın, 
şakaklarım sonbahar…

İklimi kurak aşkların… 
Yapışmış tenime ter, elime kir, 
sessizliğin ortasında bir deli rüzgâr.

Akşamdır 
avuçlarında marmara'nın… 
Akşamdır, 
şiire karıştı sular, 
sularda çoğalır sevdalar; 
ellerim 
ah 
ellerim, 
nasıl 
anlatsam, 
gece… 
Gece kokuyor çocuklar…
"

Yılmaz Odabaşı'nın en sevdiği şiirlerinden biriydi bu. Adını bile bilmediği, yaklaşık 2 saat önce ilk kez gördüğü, ardından şarküteride karşılaştığı bu cıvıl cıvıl şey gözlerinin içine baka baka okumuştu o çok sevdiği şiiri.

- "Gece kokuyor çocuklar..."

Şiirin son dizesini tekrarladı gülümseyerek. Sonra titredi birden. Islanan ve artık donmaya başlayan ayak parmakları canını yakıyordu.

- "Üşümediniz mi? Açık bir yerler varsa sıcak bir şeyler ısmarlayayım size..."
- "Neden evinizde tüp mü bitti?"

Yine kısık bir kahkaha atmıştı kız.

- "Ben Maltepe'de oturuyorum. Yani ablamın yanında kalıyorum. Üşüdünüz galiba. Ben şuradan bir minübüse biner giderim."
- "Of yaaa. Yanlış anladınız beni. Ben size eve gidelim demedim ki. Sohbet güzeldi. Ortak noktalarımız var. İsterseniz kahve içelim bir kafede diye..."
- "Tabii. Gecenin bir yarısı nöbetci kahveci bulursunuz sanırım..."

Soğuğa ve yüzlerini yakan kara rağmen gülümsüyordu adını bilmediği kız... Saat 3'e geliyordu. Tam karşıya minübüs yoluna geçecekleri sırada kızın kolunu tuttu.

- "Bir dakika. Bu saatten sonra gidemezsiniz. Paranız varsa taksiye bindireyim yoksa bana misafir olun..."
- "Param yok. Olsa da binmem taksiye... Hem ben ilk kez bu saatte gitmiyorum ki..."
- "E... İyi de lapa lapa kar yağıyor. 10 dakikadır tek bir araba bile geçmedi."
- "
Evet... O doğru ama gelir herhalde..."
- "Saçmalamayın. Bu karda mı? Gelin o zaman. Siz içerde yatarsınız. Kapının kilidi var kilitlersiniz içeriden...

Elini cebine attı. Cüzdanını çıkarttı.

- "Ne yapıyorsunuz siz? Ben sizden para mı istedim. Bu ne saygısızlık. Siz beni ne sandınız?"

Şaşırmıştı. Kızmıştı. Üşümüştü. Gecenin üçünde çatlak mı, akıllı mı olduğunu kestiremediği bir "rastlantıya" karşı yanlış anlaşılmamanın mücadelesine girişecekti. Sinirlendi.

- "Eee. Öf be kızım. Yeter. Sus biraz. Ne parası? Al bu kartvizitim. Yani iş güç sahibi insanım. Eve gel dedik ya. Aklına bir şey gelmesin diye kartvizitimi vermek için cüzdanımı çıkartmıştım..."

Öylece durmuş yüzüne bakıyordu. Yine güldü. "Hadi bakalım" dedi.

- "Zaten sizin gibi iş-güç sahibi gazetecilerden korkmak lazım ya neyse..."

Koluna girdi birden. "Şaka, şaka.." dedi ve sustu. Suskun, sessiz yürümeye başladılar. Kızın tepkilerine karşılık yadırgamıştı bu kola girme olayını ama oluruna bıraktı...

- "Dondum, dondum. Daha çok var mı evine..."
- "Var. Kayseri'ye kadar yürüyeceğiz..."

Kız sustu. Apartmana geldiler. 4. kata çıktıklarında evin içi fırın gibiydi. "İyiki kombiyi açık bırakmışım" dedi içinden... Salona geçtiler. Gitti yatak odasından beyaz pamukulu kumaştan yapılmış, üzerinde küçük pemde çiçek desenleri bulunan pijama takımını getirdi kucağına attı koltukta oturan kızın.

Duş almak istersen, banyo solda. Üstünü değüşmek istersen yatak odası sana ait. Kilitle kapıyı değiş üstünü. Uyumak istersen uyu."

Mutfağa gitti. Bardak aldı, şarap doldurdu kendine. Salona döndüğünde kız yoktu. Banyodan duşun sesi geliyordu. O fırsatta gidip üstünü değişti. Terasa baktı bembeyaz kar dolmuştu. Saat 4'e geliyordu. Salondaki tekli koltuğa oturup televizyonu açtı. Discovery Channel'daki belgesellere bayılırdı. Şarabından bir yudum çekmişti ki, görüdüğü manzara karşısında öylece kaldı. Adını bilmediği kız pijamalarla karşısında dikilmiş saçlarını havluya kuruluyordu.

- "Teşekkür ederim yaa. Çok iyi geldi biliyor musun bu duş..."

Bu olamazdı. O pijamaları, kendisini haber bile vermeden, terk edip giden günlerdir aradığı ama bulmadığı insana almıştı. Kaç kez giymişti kimbilir yanında. Nasıl da unutup vermişti bu hiç tanımadığı kıza.

- "Ne oldu? Neden öyle bakıyorsun bana?"
- "Şey... Yok birşey. Pijamalar..."
- "Ne oldu? Yakışmadı mı?"
- "Yahu yok... Seninle ilgili değil... Durma üstünde."

Kız da kendisine şarap doldurmuşdu. Çok rahattı. Kendi evi gibi hareket ediyordu. Dalıp gitmişti bu sırada. O'nu gördüğü an geldi aklına. Neden yanına gidip konuşmamıştı da minübüsün arkasına saklanmıştı. Oysa ne çok istiyordu, neden terk edildiğini öğrenmeyi.

- "Aloo... Uyuyor musun?"

Bu soruyla sıyrıldı daldığı düşüncelerden. Sohbete başladılar. Kız karşısındaki koltukta bağdaş kurarak oturmuştu. Ufak tefekti zaten. Sığmıştı tekli koltuğu içine. Sohbet uzadıkca adını bilmediği kızla ortak bir çok yönlerinin olduğu ortaya çıktı. Gittikleri pek çok yer aynıydı. Tanıdıkları çok sayıda ortak insan vardı. Şaşırdılar. Güldüler, kaynaştılar, tartıştılar. Saat 5'e geliyordu. hava yavaş yavaş civit mavisine dönmeye başlamıştı.

"Uyuyalım" dedi kız. "Sen git içerde yat" dedi.

- "Ben burada kıvrılırım..."

Adını bile sormayı unuttuğu kız kabul etmedi bu öneriyi. "Sen yatağında yat ben şu 3'lü koltukta uyurum" dedi. Tartıştılar ama anlamsızdı. Dediğim dedik, inadım inat birşeydi. Gitti yatak odasından pike getirip kıza verdi. kendisi de yatağına uzandı.Uykuya yeni dalmıştı ki duyduğu sesle kapıya döndü.

- "Yaa ben korktum orada. Yanında uyuyacağım..."

Yatağa süzüldü sessizce. Sonra sırtını döndü. "Adın ne" diye sordu. "Çetin..." dedi kısaca. Uzunca bir sessizlikten sonra, "senin adın ne" dedi. Kız yanıt vermiyordu. Ona doğru döndü, dokunmamaya özen göstererek.

- "Adını sordum..."

Yine ses vermedi kız. Sonra usulca dönüp fısıltıyla konuşmaya başladı.

- "Boş ver adımı. Senin sevdiğin insan benim arkadaşım dı... Hadi artık uyu..."

Gün ışıyordu. Onlar içinse gece yeni başlıyordu... Donup kalmıştı. Yutkunarak konuşmaya çalıştı. Duyduklarına inanamıyordu.

- "Neden daha önce söylemedin?"

Kız ağlamaya başlamıştı. Döndü, sarıldı...

- "Neden ağlıyorsun? Kıracak bir şey mi söyledim?"

Kızdan gelen tek ses hıçkırıklarına aitti.

- "Sus artık lütfen. Uyuyalım..."

Yatakta doğruldu. Dirseklerini dizine koymuş. Başını iki elinin arasına almıştı. Hava aydınlanmıştı. Kar hala yağmaya devam ediyordu.

- "Söylemezsen ben salona gidiyorum..."

Kafasını yastıktan kaldırdı. Omuzlarına gelen saçları gözyaşlarından ıslanan yanaklarına yapışmıştı.

- "Çetin bende bilmiyordum. Durma üstünde. Bu acayip bir rastlantı. Önce Taksim'de sonra sigara büfesinde. Şimdi de burada... Hadi uyuyalım... O kızı da unut... Benim eski erkek arkadaşım daha sonra onun erkek arkadaşı oldu. Senin eski kız arkadaşının yattığı yerde de şimdi ben yatıyorum. Giydiği pijamayı da bana verdin herhalde..."

İkisi de sustu. Çetin yatağa uzandı tekrar... O gün ikisi de işe gitmedi. Karı bahane ettiler, uyandıklarında..

Eylül. 09, 1999

Web Siteleri

NETWORK

Bumerang - Yazarkafe

Flickr