Masumiyetin kirletilmesi

“Minicik elleri, ışıl ışıl gülümseyen gözleri, kıvır kıvır saçlarıyla Pamir bebe çıkmıyor usumdan. Fotoğraflarını diziyorum ardı ardına; selam veriyor, çığlıklar atıyor, yerinde duramıyor, zıplıyor, hopluyor. Çocuk işte. Bir daha asla ve asla olamayacağı kadar mutlu, özgür ve kirlenmemiş ruhuyla gülümsüyor bizlere. Kayıp aradığımız, reality yaptığımız onlarca yılın tecrübesiyle korkuyorum.

Başından sonuna bir gariplik var bu olayda…

39.5 derece ateşle yanıyorum. Vücudum iflas etmiş. Ancak yatamıyor, uzanamıyorum bir türlü ne koltuğa ne de yatağa. 3.5 yaşındaki Pamir bebek kayıp… Üstelik 30 dakikalık mesafede kaybolmuş benim evimden. Gitmeliyim, ben de orada olmalıyım. Belki, bir umut… Belli mi olur diyerek malzemelerimi hazırlıyorum. Sonra… Telefonum çalıyor.

“Gördün mü internette yazılanları?”
“Görmedim, ne olmuş?”
“Gir de bir bak. Minicik bir çocuk için neler yazmışlar…”

Ben bebeklerin bakışlarında yaratanı görürüm demişti bir ağabeyim. O kadar temiz, o kadar saf, o kadar masum… Ne yazmış olabilirler ki? Cinayet mi? İhmal mi? Kaçırılma mı? Üstelik olay çok yeni. En uzman polisler bile ahkâm kesemezken bu olaya dair ne yazılmış olabilir?

İnsanlığını kaybetmiş ruhsuzlar cirit atıyor sosyal ağlarda. 3.5 yaşındaki bebeğin üzerinden siyaset yapıyorlar, komplolar kuruyorlar, tezgah üstüne tezgah pazarlıyorlar. Üstelik delikanlı gibi ortaya çıkmadan. Sahte kimliklerin, sanal perdelerin ardına saklanarak yapıyorlar bu ahlaksızlığı.

. Allah aynı acıyı misliyle sizlere yaşatsın

Böyle diyor kızanlar, duygularına hâkim olamayanlar. Ben… Yılların Yalçın abisi! 5 binden fazla kaybı bulmuş, onlarca entrikayla karşılaşmış, yüzlerce kaybın ardından gözyaşı dökmüş ben bile donup kalıyorum yazılanlar karşısında.

. Bebeğin masumiyetini bile kirlettiler. Yazıklar olsun…

Tam kapıdan çıkacağım bir çığlık yükseliyor lüks villaların arasından. Kuşlar havalanıyor ormandan gökyüzüne. Çığlık korku olup içime oturuyor. Ardından bir fotoğraf düşüyor ekranlara. Bebeğinin cansız bedenine son kez sarılan bir anne. Ve Pamir bebek kaskatı yatıyor tulumunun içinde.

O eski duygu, o bildik tecrübe, o çaresizliğin en soğuk hali krize sokuyor beni yine. Dakikalarca durduramadığım bir titreme nöbetiyle sarsılıyor tüm vücudum. Her kaybı yitirişimizde içine düştüğüm o kör kuyunun girdaplarında yuvarlanıyorum. Reality günlerinin hastalığı hortluyor yeniden…

Ancak internette gördüğüm manzara daha da korkunç. Pek çok insan cep telefonuyla çektiği, ajanslardan aldığı fotoğrafları paylaşıyor. Pamir bebek havuzun kenarında… Tulumunun içinde... Tüm bebekliğiyle… Tüm masumiyetiyle öylece yatıyor. Herkes haberci, herkes yorumcu, herkes bir yarış içinde. Dayanamayıp şu notu düşüyorum;

“Pamir'in havuz sonrası fotoğrafını kullanmayın, retweet yapmayın, çoğaltmayın. Yazık, günah. Bu habercilik değil... Önce insanız, lütfen...”

Tüm hayallerimiz, ahlaki değerlerimiz, insanlığımız o havuzda Pamir bebeyle birlikte boğuldu gitti. Ancak bir tek şey unutulmayacak. En azından ben unutmayacağım;

. Bir bebeğin masumiyetini kirletenleri…

Sevgili okurlar, bu yazıdaki üslubumu affedin lütfen. Beni mazur görün. Ben bu kadar çirkinleşmiş, bu kadar kendini yitirmiş, bu kadar insanlığını kaybetmiş, bu kadar ahlaksızlaşmış insanı hiç bu kadar çok ve bir arada görmemiştim.

Herkesten özür dilerim.

KAYIP KÜRT KIZI VE BABASI

Bir baba vardı. Kürt'tü. Kızı İstanbul’a komşu illerden birisine kaçırılmıştı aileye göre. Töre vardı, aşiret vardı, karar çıkmıştı; kaçana da kaçırana da infaz... Dayılar, amcalar, yeğenlerle en az 20 kişi gelmişti. Yalçın Abi’ye, “bulacan onları” diyorlardı, o kadar. İz sürdük, uğraştık, yardım aldık ve adreslerine ulaştık âşıkların. Şimdi ne olacaktı? Bulduğumuzu söylesek sonuç belliydi. Söylemesek adamlar Yalçın Abi’nin kapısında nöbette. Gitmeye niyetleri de yok.

İstanbul’un uzak ilçelerinden birindeki evde misafir kalıyordu kaçaklar. Kalktık gittik. Gecekondulardan bozma binalardan oluşan bir mahalle. Televizyonda nöbetçi şoförün adı İdeal Unat’dı. Müzisyendi İdeal abi. Mecbur olduğu için şoförlük yapıyordu. Naif, nazik, eğitimli, sakin bir insandı. Yayınlanmış kitabı ve müzik albümleri arabasının torpidosundaydı. Bir börekçi bulup adresi sorduk. Adam uzun uzun suratıma baktı. "Sen bekle hele" dedi, çıktı gitti. Karanlık sokakta 3 kişiyle geri döndü. İdeal abiye, “sen burada kal” dediler.

Zifir karanlık sokaklarda dolana dolana 5 dakikadan fazla yürüdük. Henüz tuğlalarının dışı sıvanmamış bir binanın önünde durduk. Kapıda en az 20 çift ayakkabı var. Girişte sağdaki daireye alındık. İçeride yere oturmuş hepsi erkek 9-10 kişi var. Yaka cebimdeki kalem kameranın kayıt düğmesine bastım. Çay getirdiler. Yanında cevizli kete sundular kenarları gül baskılı plastik tabaklarda.

Güvenmiyorlardı bize. Ne dediysek ikna olmadılar. Neredeyse 15 dakika geçmişti. Tam o sırada 60 yaşlarında bir kadın girdi içeri. Herkes ayağa kalktı, kenara çekildi. Belli ki, sözü geçen ağırlığı olan birisiydi. Odadaki herkesi dışarı çıkarttı. Sonra bana dönüp, “bak” dedi.

Kızın dayılarına bir şey deme. Bu kız akrabamız, hamile. O bizim ailenin doğacak tek oğlunun anasıdır. Diğerleri ya dağda ya da öldürüldü. O bebek bizim bebeğimiz. Bebek erkektir, haberin ola. Al kızı git. Nikâhlarını kıy. Dünyada ahrette başımızın üstündesin, bilesin. Oğlan burada değil, arama. Ya da başına geleceklerden sorumlu değiliz, bunu da bilesin... 

Kalakalmıştım öylece.

Ya da başına geleceklerden sorumlu değiliz, bunu da bilesin...

"Oğlanın adresini de bulduk zaten. İnşaatta kalıyor" dedim. Sonra da yutkunarak, içime kaçmış sesimle ekledim, "derdimiz üzüm yemek, bağcıyı dövmek değil." Başında kenarları tığ işi sarı, kırmızı, yeşil renkte çiçeklerle süslenmiş başörtüsü vardı kadının. Alışkanlıkla onu düzeltti. Sonra da dimdik bakarak konuşmaya devam etti;

"Al kızı git, nikâhlarını canlı yayında kıy. Herkes görsün. Kızın babası iyi adamdır. Öldürülmesini istemiyor evladının. Ama aşirettir, karar çıkmıştır, bir şey yapamaz. Gücü yetmez onlara. Oğlanı biz getiririz nikâha. Kıydır nikâhı, sonrasını bize bırak."
Tamam demekten başka çare yoktu. Ama bu seferki zorlu bir oyundu. Her sabah televizyonun kapısında nöbete başlayan aşirete nasıl anlatacaklardı bu durumu. Kadın dışarı seslendi.

"Gidin getirin kızı. Oğlana da haber edin ayrılsın şantiyeden, yerini öğrenmiş bunlar."

Devam edeceğim sevgili okurlar. Perşembe günü devamını yazacağım bu bire bir yaşanmış olayın. Ve bu olayı neden aktardığımı da açıklayacağım… Şimdilik yerim bu kadar ancak konu uzun… Perşembeye devamını yazacağım…

DEMİŞ Kİ…
İnternet dünyasında bu hafta sonu en çok, “altına imzamı atarım” diye paylaşılan alıntılardan biri Hürriyet Gazetesi’nden Ahmet Hakan’a aitti. Ne demiş Ahmet Hakan?
“Buradan sesleniyorum; Bırakın bu tür 28 Şubatçı işleri. / Bırakın cadı avını, bırakın kirli operasyon haberlerini, bırakın uydurma kirli bilgileri… / Varsa elinizde Gülen Hareketi’nin içinde çetecilik, dinlemecilik, tape’cilik yapanlara dair somut belge ve kanıtlar… Koyun yargının önüne… / Çalıştırın hukuku… / Biz de destek verelim.”
Ne demeli, altına imzamı atarım…

Nisan. 08, 2014

Karşı Gazete

NETWORK

Bumerang - Yazarkafe

Flickr